10 Mart 2016 Perşembe

TRUMP NEDEN SÜREKLİ YÜKSELİYOR?*

4 eyalette yapılan ön seçimlerin 3’ünü kazanmayı başaran ve ulusal anketlerde Cumhuriyetçi adaylar arasında en öne çıkan Donald Trump’ın yükselişi durdurulabilecek mi? Trump, kampanya başlangıcında siyasi analistlerin ciddiye almadığı bir adayken, bugün Cumhuriyetçi Parti’nin en iddialı ismi olmayı nasıl başardı? 

Seçim kampanyalarının başlangıcında ABD siyasi tarihinin en nüfuzlu ailelerinden biri sayılan Bush ailesinden Jeb Bush’un Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı olacağını tahmin ediliyordu.  İlk yapılan anketlerde de Jeb Bush önde görünüyor, bağış toplama kampanyası rekorlar kırıyordu. Ancak, 2016 seçim döneminin en fazla bağış toplayan adayı olan Bush, 20 Şubat’ta aldığı South Carolina ön seçim yenilgisinden sonra adaylıktan çekildiğini açıkladı. Jeb Bush’un  yarışta erken havlu attığı yarışta, kimsenin şans vermediği, hatta kabaca küçümsediği, Donald Trump’ın yükselişinin sırrı neydi?

Medyayı Kullanmayı Bilmek: “Medyanın nasıl çalıştığını o kadar iyi biliyorum ki benden gözlerini ayıramayacaklar!”

Şubat 2015’te aday olmayı düşündüğünü açıkladığı zaman kampanya stratejisini soranlara bir cevap vermişti Trump: “Medyanın nasıl çalıştığını o kadar iyi biliyorum ki benden gözlerini ayıramayacaklar ve odadaki tüm oksijeni tüketeceğim!”

Cumhuriyetçi Parti’de, Demokrat Parti’nin aksine, çok adaylı bir ön seçim yarışı başladı. Adaylar arasında kadın aday, erkek aday, siyah aday, beyaz aday, siyaseten tecrübeliler, iş dünyasından gelenler, iç siyaset/ dış siyaset başarısı ile tanınan adaylar gibi geniş bir yelpazeye yayılan bir aday kadrosu vardı. Bu karışık yelpazede mesajını iletebilmek ve farklılaşmak kolay değildi elbette...

Trump’ın medya stratejisine bakacak olursak, kampanyasının başından itibaren oldukça belirgin bir taktik izlediğini söyleyebiliriz: Saldırgan ve sansasyonel bir açıklama yapmak, medyanın bu söylemin üzerine gitmesi ve Trump’ın yer aldığı haber başlıklarının Trump’ın kampanyasını geri beslemesi... Böylece hiçbir ücret ödemeden hem gündeme hakim olabilme, hem de mesajlarını iletebilme şansı yakalaması.

Trump’ın daha ilk günden bu taktiği uyguladığını görebiliriz: Adaylık açıklamasını diğer adaylara göre daha geç sayılabilecek şekilde, Haziran ayında yaptı. O güne kadar Jeb Bush favori aday, Ted Cruz muhafazakar aday olarak isimlerinden bahsettirmeye başlamıştı. Oysa, Trump adaylık açıklaması için New York’ta, Trump Tower’da ABD bayrakları önünde bir açıklama yaptı. Mekan ve fona uygun olarak da  konuşmasında kendi zenginliğine vurgu yaptı ve İslamcı teröristleri yeneceğini söylemesinin hemen ardından kimsenin beklemediği “Meksika sınırındaki göçü engellemek için dev bir duvar yapma” fikrini açıkladı.

Bahsettiği 2 fikrin de hiç bir alt çalışması ve projesi yoktu ama bu söylemler medyada bomba etkisi yaptı. Haftalarca sadece Trump ve Meksika duvarı konuşuluyor, diğer Cumhuriyetçi adaylar medyada yer alamıyordu. Trump daha adaylık açıklamasıyla medyayı kullanmayı bildiğini göstermiş ve diğer adayların medya görünürlüğünü yok etmeyi başarmıştı. Üstelik diğer tüm adayların aksine tek kuruş TV reklam bütçesi harcamadan. Trump’ın adaylığını açıkladığı ilk hafta sonunda Jeb Bush düşüşe geçmişti bile...

Toplam Kampanya Haberlerinin %32’si Trump

Trump, medya dünyasında ilginç ve sansasyonel olanın makul veya aklı başında olana karşı daima üstün olduğunu biliyor ve kendini gündemde tutabilmek için bu taktiği kullanıyor. Bir önceki “ABD’nin Başkanı Sosyalist Olabilir mi?” (http://t24.com.tr/yazarlar/dr-gulfem-saydan/abdnin-yeni-baskani-sosyalist-olabilir-mi,13864 ) başlıklı yazımda da kullandığım gibi, 2015 yılında Ocak-Kasım arasında yapılan Tyndall Raporu Trump’ın medya kullanım becerisini gözler önüne seriyor: Rapora göre toplam medya haberlerinin 327 dakika yani toplam sürenin %32’si Trump’a, 57dk Jeb Bush’a,  57dk Ben Carson’a ve 22 dk. Marco Rubio’ya ayırılmış.[1]

Siyasi Kampanyanın Rakibi Popüler Kültür

Gayrimenkul kralı, girişimci ama belki de kampanyasının bu denli ses getirmesinin altındaki en temel etken Trump’ın “reality-show” alanındaki tecrübesi diyebiliriz. Nedeni son derece basit: Siyasi kampanyanın ana hedefi mesajınızı doğru seçmene doğru kanallardan verebilmektir. Günümüzde iletişim kanalları ve mesajlar o kadar yoğun ki, seçmen sadece ilgisini çeken haberi ve mesajı görebilme lüksüne sahip olabiliyor. Sosyal medyada karşımıza çıkan haberlerden tutun da gördüğümüz dijital reklamlara kadar aslında hep bizim tercihlerimizin bize geri sunulduğu bir iletişim çağındayız. Mesajını iletmek isteyen siyasetçinin de, seçmenin “zaman tüneli”nde rekabete girmesi gerekiyor. Dolayısıyla,  artık siyasetçinin tek rakibi diğer siyasetçiler değil, aynı zamanda bütün popüler kültür öğeleri... Yani, siyasetçi mesajını iletebilmek için aynı zamanda One Direction konseriyle ve/veya Oscar törenleri ile yarışmak zorunda.

Dev Bir “Reality-Show”: Seçim Kampanyası

“Çaylak” programıyla 14. sezona imza atan Trump’ın, popüler kültürün gücünü anlamış olduğunu ve kampanyasını “reality-show” mantığı ile yapmayı tasarladığını biliyoruz. Konuşmalarını dinledikleri zaman karşılarında bir Başkan adayı değil, daha çok bir Show-man gördüklerini söyleyen seçmen, bu gösteriyi izlemeyi seviyor. Çünkü, diğer adayların aksine Trump hazır konuşma metinleri yerine doğaçlama, adeta bir “stand-up” show’u niteliğinde konuşuyor ve her an her şeyi söyleyebiliyor. Bu özellik de onu ilginç kılıyor. Bir siyasetçinin üslubu ile değil, son derece kaba ve demagojilerle dolu konuşmalarına seçmen bir gösteride olduğu hissiyatı ile gülüyor, eğleniyor, tezahürat yapıyor.

Siyaset iletişimcisi gözü ile bakacak olursak, Trump’ın toplantılarında “yakınlık politikasını” başarı ile uyguladığını söyleyebiliriz. Seçmen, karşısında soğuk ve mesafeli bir siyasetçi değil, birlikte güldüğü, bağırdığı, sinirlendiği, kendisi gibi birisini görüyor. Kaba kelimeler kullandıkça kızgın seçmen coşuyor. Siyasi yorumcular tarafından ciddiyetsiz, küstah, acımasız ve saldırgan olarak tanımlanan Trump’ın söylemleri, seçmen tarafından gerçek, net ve dürüst söylemler olarak tanımlanabiliyor.

Amerikan seçmeninin Başkan adayına “yakınlık duyma” hissiyatının, oy vermede önemli bir motivasyon olduğunu düşünecek olursak bu gösterinin neden halkta karşılık bulduğunu daha iyi anlayabiliriz.

Popülist Söylem ile Gündem Kontrol Edilebilir mi? 

Trump’ın söylemlerinin popülist olduğu gerçeğini herkes biliyor. Fakat göz ardı edilmemesi gereken bir gerçek de, bu söylemlerin halkta, özellikle Cumhuriyetçi kanatta, bir karşılığının olması. Dolayısı ile Trump’ın söylemlerini rastgele söylediğini düşünmek aslında pek mümkün değil. Örneğin, en sansasyonel beyanatlarından biri olan “Müslümanların ABD’ye girişlerinin yasaklanması” medya çılgınlığı yarattı ve günlerce tartışıldı, eleştirildi. Oysa, Huffington Post’un 11 Aralık tarihinde yayınladığı YouGov, CBS, NBC/WSJ, Bloomberg’in yaptığı farklı anketlerde bu beyanata Cumhuriyetçilerin desteğinin sırasıyla %69, %54, %42 ve %65 olduğunu görüyoruz[2]. Trump’ın açıklamasının Paris ve San Bernardino’da yaşanan okul taramasından sonra geldiğini de düşünecek olursak hedef odaklı bir mesaj olduğunu anlamamız zor olmayacak. Ve elbette, medya bu sansasyonel söylemle öylesine meşgul oldu seçmenlerin ki diğer Cumhuriyetçi adayların konu ile ilgili mesajlarını duyma şansı yine olmadı.

Trump’ın Müslümanlar hakkındaki söylemleri, medyada ve diğer siyasilerce eleştirilmeye devam ediyor. PEW araştırma şirketinin 3 Şubat 2016 tarihinde yayınladığı araştırmaya göre Amerikan halkının %50’si İslam’ın bir bütün halinde eleştirilmesi konusunda dikkatli olunması gerektiğini düşünürken bu oran Cumhuriyetçilerde sadece %29. Cumhuriyetçilerin %65’i, İslam’ın toplu eleştirisine yol açacak olsa bile, aşırı İslamcılarla ilgili açık seçik konuşulmasını savunuyor. Bu seçmen kitlesinin %63’ü Donald Trump’ın harika/iyi bir Başkan olacağını düşünüyor. Halkın %49’u Amerika’da yaşayan Müslümanların en azından bir kısmının anti-Amerikancı olduğunu düşünüyor[3]. Araştırma verilerinden yola çıkacak olursak, Trump’ın bu söylemleri devam ettirmesinin şans olmadığını, bu söylemlerin Trump’ın popülaritesini artırdığını ve hatta oy kazandırdığını söyleyebiliriz.

Doğru Zamanda Doğru Konumlandırma Yapmak

Trump, ABD halkının Washington’daki düzene güveninin kalmadığı bir dönemde siyasete girdi ve daha önce hiçbir yönetimde yer almadığı için kendini “düzen dışı aday” olarak konumlandırdı. “Kızgın seçmen” olarak nitelediğimiz düzende kendine yer bulamayan, kendini dışlanmış ve bir anlamda kurban hisseden seçmene kendisini “statüko dışında” bir alternatif olarak sunmayı başardı. Trump’ın bu anlamda siyasi tecrübesizliğini avantaja çevirdiğini de söyleyebiliriz. Ama aslında herkesin bildiği bir gerçek var: Trump da aslında Sanders’ın tanımladığı ekonomik elitlerin siyasete müdahil olma örneklerinden birisi. Trump, zaten daha önce de siyasi adaylara bağışta bulunduğunu saklamıyor. Bu bakımdan aslında son derece “düzen” adayı olmasına rağmen, daha önce hiç siyaset yapmamış olmasını öylesine güzel konumlandırmayı başardı ki kendisini “siyaseten tecrübesiz” değil, “düzen dışı” aday olarak algılatmayı başardı. Tecrübeli siyasetçileri de “konuşurlar ama iş yapmazlar” şeklinde eleştiren Trump, Cumhuriyetçi Parti’den aday olmasına rağmen, zaman zaman Cumhuriyetçi Partiyi de eleştirerek kendisini düzenin dışına taşıdı ve konumlandırmasını güçlendirmeyi başardı.

“Kontrol Edilemeyen Bir Başkan Olacağım”

Tıpkı Bernie Sanders gibi Donald Trump da Siyasi Eylem Komiteleri’nden (SuperPAC) destek almıyor, hatta var olmalarını eleştiriyor. Kendi kampanya finansmanını kendisinin yaptığını söyleyen Trump, “Lobi şirketlerinin parasını almıyorum, çünkü bu insanlar halkı kontrol etmek istiyor ama ben kontrol edilemem! Kontrol edilemeyen bir başkan olacağım, bu halk ve ülke için en iyisi neyse onu yapacağım!” sözleriyle meydan okuyor. Trump’a göre yapılan ilaç anlaşmalarının, askeri anlaşmaların kötü olmasının bir tek nedeni var; o da siyasetçilerin bu şirketler tarafından kontrol ediliyor olması. Bu kontrole sebep veren ana unsurun da kampanya finansmanı olduğunu söylüyor ve defalarca bu şirketlerden para almadığını/almayacağını yineliyor.

Seçimi Umut ve Gelecek Kazanır

Tıpkı Sanders gibi Trump’ın da hızlı yükşelişinin ardında yatan sebeplerden birinin yaşanan ekonomik memnuniyetsizlik ve “kızgın seçmen” olduğu aşikar. Yaşanan ekonomik memnuniyetsizlik gelecek kaygısını beraberinde getiriyor ve seçmeni alternatif arayışlara yöneltebiliyor. Sistem dışı adaylar da bu anlamda sistemden şikayet eden seçmene cazip geliyor.

Bu nedenlerle, Trump ekonomi ve güvenliği öncelikli kampanya konuları olarak seçti. Geçim sıkıntısı çeken veya ekonomik olarak daha da geriye düşmek istemeyen seçmenleri hedefledi. Bu seçmen grubunun, global ekonominin yarattığı/yaratacağı sonuçları ve göçmenleri kendi problemlerinin ana nedenleri arasında gördüğünü biliyoruz. Donald Trump’ın seçim kampanya stratejisi, zaten seçmende oluşan bu gelecek kaygısını daha da perçinlemekten geçiyor. Düzenin bozukluğundan bahsederken, bir yandan da sürekli “nasıl daha da kötüye gidebileceğinden bahsediyor”. Ona göre bu durumu düzeltmenin yolları da farklı önlemler almaktan geçiyor. Örneğin, “göçmenlik” konusunu “işsizlik korkusu” ile pekiştirerek anlatıyor. Meksika ile aralarına bir duvar öreceğinden, böylece kaçak işçi girişini engelleyebileceğinden bahsediyor. Bu anlamda seçmeninin gelecekteki işsiz kalma korkusuna çözüm üretiyor. Örülecek duvarın masrafını Meksika hükümetinin ödeyeceğini söylemesi de, yine seçmenine bunun bir ekonomik yük getirmeyeceği mesajını vermek.

“Amerikan ordusunu öyle güçlü yapacağım ki kimse bizimle uğraşamaya cesaret edemeyecek” gibi aşırı sert ve siyasi üsluptan yoksun söylemlerde bulunması da yine kendi hedef seçmeninin gelecek kaygısını, onların konuştuğu lisanla gidermek hedefini taşıyor. Verdiği mesaj, korku, kızgınlık ve Amerika’yı tekrar muhteşem yapma arzusu duyan seçmene ulaşıyor. Çünkü ekonomik olarak yıpranan seçmen, bu muhteşemliği yaşamak ve hissetmek istiyor. Bu his onlara umut veriyor.

Seçmen “Kazanmak” İstiyor

Kızgın seçmenin kodlarını okumayı başaran Trump, seçmenin kendisini “kurban” gibi hissetme durumuna karşı, onlara “kazanan” olabilme ihtimalini hatırlatıyor. Bunu da, yine kendi üzerinden yapıyor. Trump’ın her konuşmasında ne kadar başarılı bir işadamı olduğunu anlatmasının temel sebeplerinden birisi, kendisini düzen dışı, klasik siyasetçi profilinden ayrıştırmaksa, ikinci temel sebebi de kendisini “kazanan” olarak göstermek. Her fırsatta “kazanma” kelimesini kullanmaya özen gösteriyor. Nevada’da yaptığı zafer konuşmasında “Kazanıyorum, kazanıyorum, kazanıyorum. Amerika’da benimle tekrar kazanacak!” diyerek kendi başarısıyla seçmenin başarısını ortak nokta olan “kazanmada” birleştiriyor.

Momentumu Yakalamak

Biliyoruz ki, kaybetme korkusu taşıyan seçmen grubu için en temel güdülerden birisi de “güvenlik”. Kendilerini her anlamda güvende hissetme arayışına giriyorlar ve tehlikeden uzak durmak onlar için en temel motivasyon kaynağı oluyor. Bu nedenle, bu grup seçmenler kaybın minimalize edilmesi üzerine odaklanıyorlar. Kendilerini koruyacak güçlü, hatta otoriter, lider figürü bu seçmen grubuna cazip geliyor. 

Yapılan araştırmalar, bize güvensiz hisseden seçmenlerin siyasi liderlerin kendilerine verdikleri sözleri tutmadıkları için ihanetine uğradıklarını düşündüklerini gösteriyor. Trump’ın başarılı işadamı ve aşırı zengin olması, siyasi geçmişinin ise olmaması (dolayısıyla hatasız olması) kendisine “yapabilir” imajı yaratmasını sağlıyor ve bu seçmen grubunun Trump etrafında birleşmesine neden oluyor.

Farklı Kesimlerden Oy Alabilmek

Trump, Cumhuriyetçilerin asla hayal edemeyeceği eyaletlerde seçim kazanacağını vaat ediyor. Demografik olarak kağıt üzerinde kendi seçmen profiline uymayan eyaletleri de şimdilik kazanmayı başardığını görebiliyoruz. Örneğin South Carolina: Muhafazakar seçmenin ağırlıkta olduğu bir eyalet olması bakımından, New York değerlerini benimsemiş, defalarca boşanma yaşamış, liberal ve din ile çok az ilişkisi olan Trump’ın kağıt üzerinde buradaki seçmene ulaşamayacağı düşünülüyor, dini kesimle kurduğu yakın ilişki nedeni ile Ted Cruz favori olabilir deniyordu. Ya da Nevada’da Marco Rubio’nun aile bağları olduğu için favori gösterilmesine rağmen, Trump’ın her iki eyaleti de kazanmakla kalmadığını, ezici bir fark attığını görüyoruz.

Projeler Değil Liderlik Tartışması: Ted Cruz “Yalancı”, Jeb Bush “Düşük Enerjili”, Barack Obama “Zayıf”

Trump, taktiksel olarak kendisini kampanyanın ortasına koydu ve kişisel promosyonu ile kampanya yapmayı tercih etti. Özellikle gündem kaymaya başladığı her an, yeni bir çıkış yaparak dikkatleri üzerinde toplamayı becerdi. Kişisel özelliklerden çıkıp siyaset konuşma noktasına gelindiğinde mutlaka konuyu kişiselleştirmeye geri döndürüyor. Örneğin İsrail konusu açıldığında Ortadoğu ile ilgili planını anlatmak yerine İsrail’den aldığı ödüllerden, sağlık planı konusu açıldığında bu şirketleri yakından tanıdığını anlatmakla yetiniyor. Bu taktiği kullanmasının temel nedenlerinden birinin konulara tam hakim olmaması, diğerinin de anketlerde “liderlik” özelliklerinin güçlü çıkması olduğunu biliyoruz.

Trump’ın kendini üstün göstermek için kullandığı en temel taktiklerden birisi de rakiplerini karalamak. Ted Cruz için “yalancı”, Marco Rubio için “çocuk”, Jeb Bush Jeb Bush için “düşük enerjili” diyen Trump, Obama için de “zayıf” sıfatını kullanıyor. Rakiplerinin siyasi projeleri, programları üzerine değil, kişilikleri üzerine yaptığı atıflarla o kadar zaman harcıyor ki, böylelikle kendi siyasi projeleri üzerine konuşmaktan da kaçınmış oluyor.

Trump’ın Yükselişi Önlenebilecek mi?

Mart ayının ilk yarısında 24 eyalette daha ön seçimler yapılacak ve 15 Mart’ta delegelerin %58’i belirlenmiş olacak. İlk ön seçim yapılan eyaletlerin delege sayılarının azlığını dikkate alacak olursak, bu tarih Trump’ın adaylığını açıklaması için erken ama siyasi analistler bu hızlı yükselişin durdurulabilip durdurulamayacağının hesaplarını yapmaya başladılar.

Cumhuriyetçi Parti’nin “Kolektif Aksiyon Problemi” yaşadığını söylememiz yanlış olmayacaktır. Yani birlikte çalışmayı başaramayan kişilerin, sonunda kimsenin istemediği bir sonuçla başbaşa kalması durumu. Her ne kadar Cumhuriyetçi adayların bir kısmı yarıştan çekilmiş olsa da, sahada halen 5 aday var ve bu adayların birbirinin oylarını böldüğü bir gerçek. PEW araştrma şirketinin 20 Ocak’ta yaptığı bir araştırmaya göre Trump’ın iyi/harika bir başkan olacağını söyleyen seçmen % 56 iken, bu oran Cruz için %53 Rubio için %44, Carlson için %45, Kasich için %17[4]. Adaylar çekildiği zaman yarışın nasıl bir şekil alacağını net bir şekilde tahmin etmek kolay değil ama sahadaki aday sayısı azalmadıkça Trump’ın yükşelişini durdurmanın zor göründüğünü söyleyebiliriz.




*Aynı başlıklı yazı T24 internet sitesinde 27/2/2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://t24.com.tr/yazarlar/dr-gulfem-saydan/trump-neden-surekli-yukseliyor,13984


[3] http://www.pewforum.org/2016/02/03/republicans-prefer-blunt-talk-about-islamic-extremism-democrats-favor-caution/
[4] http://www.people-press.org/2016/01/20/voters-skeptical-that-2016-candidates-would-make-good-presidents/

ABD' NİN YENİ BAŞKANI SOSYALİST OLABİLİR Mİ?*

Hillary Clinton 12 Nisan 2015 tarihinde başkan adaylığını açıkladığında, Demokrat Parti’nin  ileri gelenlerinin de birçoğunun desteğini almış ve seçim yarışına “tek aday” imajı ile başlamıştı. 9 ay önce hiç bir seçim organizasyonu ve bütçesi olmayan, tanınırlılığı çok düşük olan ve kendini “Demokrat Sosyalist” olarak tanıtan 74 yaşındaki Vermont senatörü Bernie Sanders’ın Hillary Clinton’ı sadece 9 ay sonra New Hampshire'da yenebileceğini söyleseler acaba kim inanırdı? 

Kimsenin şans vermediği Sanders, yaklaşık  %44 geride başladığı Iowa Eyaletindeki ön seçimleri sadece %0,2 puan ile kaybederken, New Hampshire’da %60 oy alarak kazanmayı nasıl başarabildi?

Seçimin Sürpriz Adayı Bernie Sanders Kimdir?

Üniversite yıllarından itibaren aktivist eylemlerin içinde yer alan Sanders, 1960’larda Chicago Üniversitesi’nde öğrenci yurtlarında yaşanan ırkçılığa karşı çıkmak için oturma eylemi düzenlemiş, Washington’da düzenlenen Martin Luther King Jr’ destek  yürüyüşüne katılmış ve o zamanlardan beri kendisini “sosyalist” olarak tanımlayan bir kişi. 1981 yılında Burlington, Vermont’da bağımsız aday olarak belediye başkanı seçilen Sanders, bu görevi 3 dönem üst üste kazanmayı başardı. 1990’da bağımsız aday olarak seçildiği kongre üyeliği görevini 16 yıl boyunca sürdürdü. 2006’da ilk kez senatör seçilen Sanders, 2012’de %71 oy ile tekrar göreve seçildi ve 2015 yılında Demokrat Parti’den Başkan adaylığını açıkladı.

Kampanya Makinesi Hillary Clinton

1993-2001 yılları arasında ABD Devlet Başkanı Bill Clinton’ın eşi olarak tadınığımız Hillary Clinton 2000 yılında New York eyaletinden seçilen ilk kadın senatör olmayı başardı ve 2009 yılına kadar bu görevini sürdürdü. 2009-2013 yılları arasında Obama hükümetinde Dış İşleri Bakanı olarak görev yapan, 11 Eylül sonrası Afganistan ve Irak’ın işgali konularında askeri operasyonu destekleyen Clinton, Arap Baharı ve Libya’ya askeri müdahale dönemlerinde dışişleri bakanlığı görevindeydi.

2008 yılında Barack Obama’ya karşı ön seçimleri kaybeden Clinton, 2016 Başkanlık seçim hazırlıklarına erken başladı., Barack Obama’yı zafere taşıyan kampanya ekibinden bir çok ismi de kendi kampanyasına katarak büyük bir kampanya ekibi oluşturdu ve siyasi çevrelerden “Kampanya Makinesi” benzetmesi yapıldı. Clinton, ağustos ayında ön seçimin yapılacağı ilk iki eyelet olan Iowa ve New Hampshire’da 2 milyon dolar bütçeli televizyon reklamlarına başlamıştı.

Rakibini Güçlü Noktasından Vurabilmek

Seçim kampanyasında öne geçebilmenin en temel kurallarından biri rakibini güçlü noktasından vurabilmektir. Seçim öncesi yapılan anketler, ekonominin 2016 ABD Başkanlık seçimlerinin en belirleyici konularından biri olacağını gösteriyordu.  Bu nedenle, kendisini “Demokrat Sosyalist” olarak tanımlayan  Bernie Sanders’ın ekonomi ile ilgili söyleyecekleri herkes tarafından merak konusuydu. “Sosyalizm” sözcüğüne bile mesafeli olan Amerikalılara ekonomi politikalarını nasıl anlatılacaktı? Bu açıdan bakıldığında, Hillary Clinton’ın avantajlı olduğu düşünülüyordu. Oysa beklenilenin aksine, Sanders mesajını son derece basit bir şekilde kurguladı ve rakibini hiç beklemediği bir noktadan vurmayı başardı. 

Sanders kampanya mesajını 2 temel sorun üzerine kurdu: Bozulan ekonomi ve yozlaşan siyaset. Ekonominin bozulmasının temel nedeninin yanlış yönetim kararları olduğunu, siyasetin yozlaşmasını da bozulan ekonomik düzenin siyasete etki edebilme alanının genişliğinden kaynaklandığını anlatmaya başladı.

İskandinav tipi sosyalizmi savunan Sanders, Amerikan ekonomisinin bir çıkmazda olduğunu bunun da en temel nedeninin oligarşik bir yönetim olduğunu savunuyor. Ekonomik piramidin tepesindeki %0,1’in tüm ülkeye hükmetiğinden ve ekonomiyi bozan yanlış verilen kararların arkasında da dev şirketlerin etkisinin bulunduğundan bahsediyor. Gelir eşitsizliğinin ahlaki olmadığını söyleyen Sanders, orta sınıfın tüm ekonomik dertlerine parmak basıyor. 1 trilyon doları geçen öğrenci kredilerinden işsizliğe, sağlık sisteminden doğum iznine, asgari maaşı minimum saatte 15 dolara yükseltmeye kadar. Wall Street’e yeni yaptırımlar getirilmesini savunan Sanders, 2008 ekonomik krizinden yine orta sınıfın zararlı çıktığını anlatıyor ve yeni bir orta sınıf yaratılması gerektiğini savunuyor.

Sanders’ın bu son derece basit ama net ve kararlı çıkışı, düzenden sıkılan gençleri ve orta sınıf seçmenini heyecanlandırmakla kalmıyor, rakibine hiç beklemediği bir noktadan saldırarak büyük bir avantaj yakalamasını da sağlıyor.

Siyasi Adayı İnandırıcı Kılan Temel Nokta: Söylem ve Eylem Birliği

Sanders’a göre siyasetin yozlaşmasının en temel nedenlerinden biri, başta Wall Street olmak üzere, finans kuruluşlarının ve dev şirketlerin  siyasete müdahale edebilmesi. Bunu da en kolaylıkla seçim finansman sistemi nedeni ile “Politik Eylem Komiteleri (Political Action Committee)” aracılığı ile yaptıklarını savunuyor. “Meraklısına 10 Adımda Amerikan Seçimleri” yazısında da bahsettiğim gibi, Siyasi Eylem Komiteleri (SuperPAC) bir adayın seçim kazanması için oluşturulmuş özel eylem grupları. Amerikan Federal Temyiz mahkemesinin bu komitelere sınırsız harcama yapma yetkisi vermesi ile SuperPAC kuran şirketler istedikleri adaya çok büyük miktarlarda para verme olanağına kavuştu.

Sanders, kampanyalara yapılan bu aktarımın siyaseten özgür iradeyi kontrol altına aldığını ve seçilen yöneticilerin göreve geldikten sonra özgür olamadıklarını savunuyor. Sanders’a göre, bağımsız olmak isteyen bir başkan adayının Eylem Komitesi olmaması gerekiyor.  Bu nedenle de kendisi için eylem komiteleri kurmayı reddediyor ve kampanyasının tüm finansmanını bireysel küçük bağışlara dayandıracağını açıklıyor.  Sanders bu hareketi ile  kampanyasında siyasi eylem komitesi kullanmayan ilk Başkan adayı olarak da tarihe geçti[1].

Kişi Adedi Olarak Amerikan  Tarihin En Çok Bireysel Bağış Toplayan Adayı Bernie Sanders

Sanders’ın “Bağımsız Başkan” olma iddiası ile Siyasi Eylem Komitelerini reddetmesi, seçmen üzerinde heyecan yaratan etkenlerden biri oluyor ve büyük destek görüyor. Şu anda 3,5 milyon kişiden bireysel bağış toplayan Sanders, daha şimdiden kişi adedi olarak tarihin en çok bireysel bağışını toplayan adayı olmayı başardı.

“Siyasette Kendini Tanımlayamazsan Rakibin Seni Tanımlar”

Sanders, tüm söylemlerinde kötü ekonomi politikaları ile siyasi yozlaşma sorunsalını neden-sonuç ilişkisi içerisinde anlatma taktiğini sürdürüyor. Bu söylem ona sadece orta sınıfın sorunlarına çözüm üretme imkanı vermiyor; aynı zamanda bu alanda güçlü gözüken Hillary Clinton ile arasındaki farkı ortaya koymuş oluyor.

Sanders’ın aksine, Clinton’ın destek ekibi içinde Wall Street şirketlerinin de yer aldığı Siyasi Eylem Komiteleri bulunuyor. (Topladığı 25,3 milyon dolarlık yardımın 15 milyon doları Wall Street’e bağlı şirketlerden geliyor.) Sanders, Clinton’ın ekonomi politikalarında yeterince özgür olamayacağını ima ediyor. Neden olarak da hem bu şirketlerin Clinton’ın kampanyasına ciddi bağış yapmalarını, hem de Clinton’ın aday olmadan önce de bu şirketlerden konuşma karşılığında ciddi kazanç sağlamış olmasını gösteriyor.

Sanders bu söylemleri ile Hillary Clinton’a “Düzen Adayı” tanımlamasını yapıyor ve düzenin değişmesini isteyen tüm seçmene tek alternatifin kendisi olduğu mesajını veriyor.

Bahsi geçen Konuşma Ücretleri Ne Kadar?

CNN’in 6 Şubatta yayınladığı bir rapora göre Bill Clinton ve Hillary Clinton bu şirketlerde konuşma yaparak 2001 yılından bugüne toplam 153 milyon dolar kazanmış. Şubat 2001 yılından itibaren toplam 729 ücretli konuşma yapan ikilinin, ortalama ücretleri yaklaşık  2oo bin dolar. Goldman Sacks’den 3 konuşma için 675bin dolar alan Clintonlar’ın aralarında Deutsche Bank, Goldman Sachs, UBS gibi büyük bankalara yapılan 39 adet konuşmadan toplamda en az $7,7 milyon doları kazandıkları biliniyor.

ABD’de eski bakanların ücretli konuşma yapması son derece alışılagelmiş bir uygulama olmasına rağmen, Sanders’ın kampanyasının başarılı algı yönetimi, konunun medyada da daha çok yer almasını sağlıyor.

Düzene Devam mı? Gerçek Değişim mi?

Ultra zenginlere ve Wall Street’e karşı “Siyasi Devrim” çağrısı yapan Sanders, bu söylem ile seçimlerde değişimin ismi olmayı başardı. Hillary Clinton her ne kadar daha tecrübeli olsa da değişimin değil, var olan siyasetin devamı görüntüsü çiziyor. Söylemlerinde de bunu tekrarlıyor. Obama yönetimini eleştirmiyor; aksine düzeltmeler/iyileştirmeler gereken yanları olduğundan ama genelde siyasetinin devamı niteliğinde olacağını savunuyor. Bu açıdan bakıldığında da, Sanders’ın kendisine yakıştırdığı “Düzen Adayı” imajını destekliyor. Oysa unutmamak gerekiyor ki, Obama 2008 seçimlerini o dönem yaşanan büyük ekonomik krize “Değişim” ve “Umut” söylemleri ile karşı koymuş, milyonları yeni bir düzen hayali ile heyecanlandırmayı başarmıştı.

Bernie Sanders’ın siyasi duruşunun netliğini anlamak için kendi cümlelerini dinlemekte yarar olduğunu düşünüyorum: “Orta sınıfın yok olduğu en tepedeki 20 zenginin malvarlığının en alttaki %20’ye denk geldiği bir sistemde bu düzene başkaldıracak bir lidere ihtiyacımız var. Birinin çıkıp “her şeye sahip olamazsınız” deme vakti geldi. Siyasi Eylem Komiteleri ile çok para kazanabilirdim ama ben milyarderleri ve şirketleri temsil etmiyorum. Seçimi satın almalarına izin vermemeliyiz. Wall Street’e yeni düzenlemeler getirmemiz gerek. Eğitim, sağlık, gelir eşitsizliği sorunlarını çözmemiz gerek. Orta sınıfı yeniden kurmamız gerekiyor. Bunun için de “Siyasi Devrim” yapmamız gerekiyor!”

Genç Seçmenin Tercihi: Bernie Sanders

Clinton her ne kadar “Kağıt üzerinde güzel duran ama gerçekleştirilmesi imkansız vaatler veremezsiniz” diyerek Sanders’ın önerilerini çürütmeye çalışsa da şimdilik Sanders’ın seçmen üzerinde yarattığı heyecanı durdurduğu söylenemez. Anketlere baktığımızda Clinton’ın genç seçmeler arasında Sanders’a karşı ezildiğini söylememiz mümkün. Iowa seçimlerinde 17-29 yaş arası oy kullanan demokratların %84’ü Sanders’a verdiği biliniyor.

ABD’de bu sene 18 yaşında oy verecek seçmenin kapitalizm ile 2008’de (yani 10 yaşındayken) yaşadığı ekonomik krizle  tanıştığını düşünebiliriz. Bu orta sınıf gençleri için “sosyalizm” bazı Avrupa ülkelerinden duyduğu ama tam olarak bilmediği “yeni” bir kavram. Oysa, üniversite harcı, işsizlik, gelir eşitsizliği problemleri  nedeniyle her gün kapitalizmi yaşıyorlar. Anne-babalarının soğuk savaş dönemi korkularını taşımayan bu gençler için, Sanders’ın anlattığı “farklı bir ekonomik düzen” hatta “Siyasi Devrim”  yeni bir umut. İçinde bulundukları duruma duydukları kızgınlık, dünyanın birçok ülkesinde düzen karşıtı söylemleri benimseyen partilere kayan seçmen gibi, düzen karşıtı söylemlere kaymalarını sağlıyor.

Hillary Clinton’ın söylemlerinde örnek verdiği kadın ve gençlik üzerine yaptığı çalışmaları, bu gençlerin hatırlamaları mümkün değil. Genç kadınların bügün karşılaştığı sorunlar ve öncelikleri de zaten o günlerden farklı. Eşinin kampanyasına destek veren Bill Clinton da her ne kadar çok sevilen bir başkan olsa da, bu yaş grubunun şahsen hatırlayabileceği bir başkan değil. Hatta Eski Başkan olması nedeni ile de o da “düzenin parçası”. Dolayısı ile Clinton’ın “düzen adayı” imajı çizdiği ve heyecan, umut yaratacak bir söylem bulamadığı müddetçe bu seçmen grubuna ulaşması zor gözüküyor.

Sanders’ın mesajı merkez seçmene ulaşabilecek mi?

Iowa ve New Hampshire’da yapılan ilk iki ön seçim Sanders’ın söylemlerinin seçmenlerde gerçekten karşılık bulup bulmadığını göstermesi açısından büyük bir önem taşıyordu. Alınan sonuçların kendi adına büyük bir başarı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Demografik olarak bağımsız seçmenlerin, liberallerin ve beyaz seçmenlerin çoğunlukta olduğu bu iki eyelette Sanders’ın şansının  daha yüksek olduğu biliniyordu. Azınlık gruplarının çoğunlukta olduğu eyaletlere geçince durumun ne olacağı merak konusu. Hillary Clinton’ın özellikle Afro-Amerikalı ve Latin seçmenler arasında geçmişten gelen sıkı ilişkileri olduğu ve bu seçmen gruplarından büyük destek aldığı biliniyor.

Sanders’ın yarattığı coşkunun diğer eyaletlerde ne gibi sonuç vereceğini göreceğiz. Şimdilik alınan başarıların heyecanı artırdığını söylememiz mümkün. Nitekim, New Hampshire zaferi konuşmasının ardından sadece gece saat 20:45 ile 21:45 arasında bireysel bağışçılardan kendisinin kampanyasına 500,000 dolar  destek toplandığını biliyoruz.

Medya Hakimiyeti : Clinton’a 121 Sanders’a 10 dakika

Kampanya mesajlarının iletilmesinde medya hakimiyeti önemli bir konu. Özellikle kampanya başlangıcında medyanın Sanders’a ilgi göstermediği herkesin bildiği bir gerçek. 2015 yılında Ocak-Kasım arasında yapılan Tyndall Raporuna göre Donald Trump 327 dakika, Hllary Clinton 121 dakika medyada yer alırken, Bernie Sanders’a toplamda 10 dakika ayrılmış. ABC World News’de Trump’a 81 dakika ayrılırken Sanders’a sadece 20 saniye ayırmış[2].

Bu noktada Sanders’ın ısrarla gündeme getirdiği konuların toplumda karşılık bulmasıyla medya gündemine de girdiğini ve Sanders’ın medya görünürlüğünün arttığını söyleyebiliriz. Medya hakimiyeti konusunda Clinton’ın üstünlüğü olduğu aşikar ve ilerleyen günlerde bu hakimiyetin nasıl şekilleneceğini göreceğiz.

Amerika’da sosyalist aday seçim kazanabilir mi?

Soruyu cevaplamak için belki de Michael Moore’ın Bernie Sanders için yazdığı destek mektubundan yararlanabiliriz:

Çoğunluğunun protestanların oluşturduğu ülkede bir katolik bir adayın kazanması imkansız olduğu düşünülürken John Fitzgerald  Kennedy Başkan olmayı başardı.

Çoğunluğunun muhafazakar olduğu düşünülen Amerikan halkının asla boşanmış ve tekrar evlenmiş bir adayı seçmeyeceği düşünülürken 1981 seçimlerini Ronald Reagan kazanandı.

Askeri görevde bulunmamış bir adayın asla seçimi kazanamayacağı ve “Başkomutan” olamayacağı düşünülürken 1992 seçimlerini Bill Clinton kazandı.

Ve elbette zenci bir adayın asla kazanamayacağı düşünülürken 2008 seçimlerini Barack Obama kazanmayı başardı, hem de ön isminin “Hussein” olmasına rağmen[3]

Amerika Birleşik Devletleri sosyalist adaya açık mı bunu zaman gösterecek. Ama biz şimdiden Sanders’ın yeni söylemlerinin Demokrat Parti’de bir değişim başlattığını söyleyebiliriz.


*Aynı başlıklı yazı T24 internet sitesinde 12/2/2016 tarihinde yayınlanmıştır:http://t24.com.tr/yazarlar/dr-gulfem-saydan/abdnin-yeni-baskani-sosyalist-olabilir-mi,13864


[1] Her ne kadar “Hemşireler Birliği”’nin Sanders’a desteklerini açıklamasını birçok Demokrat Partili eylem komitesi olarak nitelese de Sanders’ın ekibi bu iddiayı reddediyor
[2] Clinton’ın medyada yer almasının bir nedeninin de Bingazi soruşturması (+29 dak), e-mail skandalı (+88 dak.) gibi konular ve Cumhuriyetçi adayların kendisine yönelik yaptığı suçlamalar olduğunu da belirtmemiz de yarar var.
[3]  http://michaelmoore.com/MyEndorsementOfBernie/